3 Mart 2017 Cuma

Mehtap Kayaoğlu Röportajı(24.06.2013)



1-Öncelikle sizi tanımayanlar için, sizi sizden dinleyebilir miyiz?
Psikolojik danışman ve psikoterapistim. Mesleğimde 17 yılı geride bıraktım, hatta 18. yıl oldu. Haziranda 18. mezuniyet yılım. Bu da demek oluyorki 18 yıldır bu işi yapıyorum. Aile danışmanlığı, çift terapisi, yetişkin, ergen ve çocuklarla alakalı psikolojik destek programları, psikolojik danışmalık hizmeti veriyorum. Bunun haricinde tv ve radyo programcısıyım.
20 yıllık radyo programcısıyım ve 10 yıllık tv programcısıyım. Şu an için tv programım yok fakat radyo programım var. Salı günleri moral fm de haftada birgün şeklinde devam ediyor.
8 yıl tv5 ekranlarında canlı hafta içi hergün program yaptık, yaz kış hiç aralıksız. Bu da televizyoncu dilinde 16 sezon demek. Hani yazın ara verip kışın devam edersiniz ya biz hiç ara vermeden 8 yıl boyunca program yaptık. 1.5 yıl kadar önce de programları durdurduk. Biraz setten ayrılmış olalım, tv'den uzak olalım.
Televizyonlardan ayrılıp moral fm'e geçtik tekrar. Haber.comsitesinde köşe yazarlığı yapıyorum. Orası kurulduğundan beri oraların demir başı oldum.
4 tanede kitabım var, yazarlıkta yapıyorum, eğitim seminerleri yapıyorum. Türkiye'nin her yerinde ve dünyanın her yerine davet edildim. Özellikle avrupa ülkelerinde.
Heralde 1000 'den fazla eğitim seminerleri vermişimdir. Bol miktarda aileye yönelik, evlilik ilişkileri, çoçuk gelişimleri ve bunların eğitimleri veriyorum.
Kurumsal eğitimlerde veriyorum, profesyonel eğitimlerde veriyorum. Kurumlara yönelik, belediyelerde vesaire üst düzey yöneticilere yönelik eğitimler. Motivasyon, stres odaklı, öfke kontrol, duygu kontrol eğitimleri veriyorum.
2- Türk toplumunda muhafazakar diye tanımlanan ailelerde son yıllarda sıklıkla görülen sorunlar nelerdir?
Ailelerde iletişim odaklı problemler hat safhada. Bu internetin yayıldığı iletişim ya da teknoji araçlarının yayıldığı bir ortamda, insanlar bireysel ilişki anlamında birbirinde kopmaya başladılar. Artı birde günümüzün gerekliliklerine paralel olarak, erkekler çok çalışmaya başladı. Evdeki faturalara yetişmeye çalışıyorlar.
Erkeklerin gereğinden fazla çalışması ya da kadınların da çalışma hayatına katkıda bulunmaları ve ayrıca onlarında çalışma hayatınında olması, sanki evde birilerine ayırdıkları zaman azalmış gibi görünüyor. İlişki kalitesinde bir gerileme var veya ciddi anlamda ilişki problemi yaşıyorlar.

3-Müslüman kadınının kendi haklarını savunurken, erkeklerin haklarını ihmal ettiği noktalar hangileridir?
Türkiye'de kadın yıllar içinde bayağı bir hırpalandı, yıprandı. Kadın hep ikinci sınıf vatandaş gibi muamele gördü ama bununla birlikte piyasada iyi adamlarda var. İyi insanlarda, iyi erkeklerde var. Kadına Allah'ın bir emaneti gözüyle bakan, ona çok değer veren, önemseyen ciddi bir kesimde var.
Özellikle de son dönemlerde yapılan bazı düzenlemelerle birlikte , ben şahsen erkeğin de mağduriyet yaşadığını düşünenlerden oldum.
10 yıl önce "kadınlarımıza iyi davranın, Allah'dan korkun" diye hep kadın haklarını savunan kişi gibi görülürken, sonra farkettimki kadınlar ele geçirdikleri hakları biraz maksadını aşan şekillerde kullanmaya başladılar ve o yılların vermiş olduğu eziklik psikolojisiyle "ben kendimi kimseye ezdirmem" haline döndüler. Dolayısıyla haklarını ararken, erkeği mağdur etmeye başladılar. Yani şöyle düşünelim; sizin anneleriniz veya bizim annelerimiz evde çocuk bakıyorlardı, büyütüyorlardı.
Evin iç dizaynıyla ya da evdeki düzenlemeyle kadınlar ilgileniyordu. Erkeğinde görevi çoluğunu, çocuğunu kimseye muhtaç etmemek, onların rızkını, nafakasını temin etmek, ailenin genel görünüşünü ve bütünlüğünü korumaktı.
Daha sonrasında, bu geleneksel kültürdeki görev paylaşımı şimdi yerini farklı bir tarza bırakmaya başladı. Geçen gün bir arkadaşım buradan geçerken, birmeseleden dolayı bana uğraması gerekiyordu ve bu evli ve çocuğu olan bir insan. Akşamın kaçına kadar çalışmış, saatin 9'u gibi düşünün, saat 9 sularında eşi tarafından aranıyor ve çok bağırılıp çağırılarak aranıyor. İçerden sesleri bende duyuyorum, bağırıyor "çocuk ağlıyor, sen nerdesin." diye.
Şunu düşünüyorsunuz; bir erkek sabah erken saatte evden çıkıp, akşama kadar kalabalık iş yerinde zaten kafası yeterince patlayarak iş yapıyor, çalışıyor. Bir de akşamları evine geldiğinde, karısına iş yapmak zorunda kalan adam haline geliyor. Evde karısına ütü yaparken yardım eden, evin temizliğinde yardım eden, çocuğunun bakımında anneye yardım eden.
Böyle oluncada kadınlar sanki kendi asli görevlerini, asli görev demek ne kadar doğru orası ayrıca tartışılır ama paylaşılmışlık varsa eğer kadın kendisine ait olanı aslında kocasına yüklemeye başladığında bu tablo ortaya çıkıyor. Bu durum pek hoş değil. İkisi de çalışıyor olur, ikisinin de dışarıda sorumlulukları vardır ama kadın eve gelip koşuşturuyordur, adam eline kumandayı alıp yayılmıştır. Tabiki böyle bir durumda, oda yardım etsin. Madem kadın aile bütçesine yardımcı olmaya çalışıyor. Evdeki iş paylaşımı birlikte olsun diye düşünülebilir.

4-Toplumsal hayatta erkeklerden farklı olarak, islami görüntüsü ile katılan kadının omuzlarına nasıl bir sorumluluk yükleniyor?
Müslüman bir kadının omuzunda bir yük var, bir sorumluluk var diye düşünmüyorum. Biz zaten Allah'dan korkan, kuldan utanan insanlar olduğumuz için, sorumluluk olarak değil de bir görev olarak almışız üstümüze. Şimdi şöyle bir rahatlama formülü bulundu; ben kendi adıma söyleyeyim onaylamıyorum. Mesela cafelerde veya çeşitli ortamlarda müslüman kimliğiyle oturan, ama hani hoş olmayan biçimlerde oturan elinde sigarası ya da elinde nargilesi kahkalar falan atan ve bunu toplumun bir parçası olmak bir birey olarak algılayan ciddi bir kesim var. Şahsen ben islami olarak onları doğru bulmuyorum. Eğer sorumluluk olarak düşüneceksek, biz sonuçta tesettürlü insanlarsak, daha onurlu daha düzgün, daha güzel bir görüntü veren kişi ve bir birey olarak öne geçtiğiniz bir durumda olmanızı gerektiriyorsa ki tesettürün amacı budur. O zaman tesettüre uygun olmayan davranışlar sergileniyor diye düşünüyorum.
İkimiz bu tabloda kakara kiriri yapıp kahkalar da atabiliriz ama bunu bir cafe ortamında yapmamız yanlış olur. İnsanların dört duvar arasında yaptıkları şeyleri, dışarda yapmaları doğru olmaz.
5-Nurettin Yıldız'ın "Eğer teknoloji müslümanca kullanılmazsa hem nefsimizi hem de neslimizi helak edecek." sözüne katılıyor musunuz?
Eğer düzgün olarak kullanılmazsa şöyle düşünelim ; her insanın içinde iyiyi temsil eden ve kötüyü temsil eden bir yapılanma var zaten. Bizim insan oluşumuz dinde bunun için önemli bir faktör. Ben özellikle dini bir yaşam görüşü, ideolojik olarak düşünüyorum. Mesela bi cerrahı düşünün. Cerrahın elinde neşter var, cerrahın elindeki bir bıçak hayatı kurtarıyor ama katilin elindeki bir bıçak insan hayatını bitiriyor. Şimdi aynı insanın içinde kesme özelliği varsa, kişi bu özelliğini ehlileştirerek, onu iyi bir cerrah olma noktasına taşıyabilir. Ya da içindeki o kesme ihtiyacıyla içindeki iyiyi yok ederse, kötüyü ortaya çıkarırsa da Allah göstermesin, tam eline geçirdiği o bıçakla da birilerini kesip biçebilir. Dolayısıyla da tamamen inanç sistemiyle alakalı, insanlığıyla ve insan oluşuyla alakalı. Teknoloji her zaman çok güzel bir nimet . Düşünebiliyor musunuz, burada oturun dünyanın herhangi bir yerindeki, herhangi bir varlığı ya da canlıyı düşünün, merak edin. Googlenize yada google amcanıza ya da ona benzer arama motorlarına girin. Tuşla parmağınızın ucunda sevdiğiniz bir insan kamerayla karşınızda ve biz mesela şuan internet terapi sistemiyle de çalışıyoruz . 10 ,15 yıldır biz online terapi sistemine başladık. Ama kötü bi niyetle kullanacak olsanız, aynı internet farklı amaçlarla da kötü niyetli olarak da kullanılabiliniyor. Yani bir hanımefendi oturup da bilgisayar başında veya bir beyefendi oturup bilgisayar başında, kendisini geliştirecek birşeylerde yapabilir, eşini aldatacağı bişeylerde yapabilir. Dolayısıyla Nurettin bey hoş söylüyor, çok doğru.
6-Eğitimli kadının da çalışma hayatına atılmasıyla, kadının "erkekleştiğini" ve bunun aile yapısına zarar verdiğini düşünenler var. Buna katılıyor musunuz?
"Erkekleşti" uçuk bi ifade ama kadına bir özgüven geldi. Çünkü onun öncesinde, erkeğin eline bakan ve erkeğin izin verdiği oranla yaşamakta olan, ezilen bir kadın kesimi vardı. Şimdi o kadın kesimi kızlarını erkeğe muhtaç olmamak üzere yetiştiriyorlar ve erkeğe muhtaç olmasın diye de her türlü donanıma sahip olsunlar istiyorlar. Eğer bir kadın evlilik içersindeyse sonradan eline para geçiyor ve yaptığı iş için kocayı terk ediyorsa, ordaki ilşki zaten iyi bir ilişki değildir. Bu sadece gidememiştir, gidecek bir yeri yoktur ve orayı çekiyordur aslında. Dolayısıyla da eline geçen ilk kendi fırsatta , başkalarına muhtaç olmadan, eline geçen kendi imkanıyla kocayı terketmiştir. Belki de zaten bi tahkik durumu yoktur, sadece bir fırsat ortaya çıkmıştır o kadar. Bununla birlikte karı koca ikisi de birlikte çalışıp, birbiriyle de gayet iyi anlaştığı iyi bir ilişki sürdürebilen çok güzel çiftler de var . Kadına birözgüven geldi ama bu özgüveni iyi niyetle götürmek gerekir. Çünkü; gereksiz abartı özgüven ve karşı tarafı ezme politikası, karşı tarafta erize duygular uyandırabiliyor. İleride evlenecek çift bulamayız diye de düşünüyorum. Birlikte yaşamalar artıyor ve dolayısıyla oraya dikkat edilmeli şimdi herkes birbiriyle gezme tozma derdinde ama kimse kimsenin sorumluluğunu almak istemiyor ve hiç kimse evlenmek istemiyor. Bu da kötü birşey ileriki nesiller açısından ...
7- Son yıllarda fazlasıyla refaha erişen muhafazakar kesimin içinde, israf ve gösterişe aşırı düşkün bir kesim göze çarpmakta. İslamın "israf etmeyin" tavsiyesinin tam tersi bu yaşam tarzları hakkında düşünceniz nelerdir?
İnsanlar ellerinde imkan yokken, ister istemez ezilmişlik ve mahrumiyet duyguları yaşayabiliyorlar. Daha sonrada fırsat ele geçtiğinde,refaha ulaştıklarında da o geçmişten gelen negatif duygular tabi ki tolere edilmeye ve toparlanmaya çalışılıyor. Malesef ki böyle bir durum var. Allah israf etmeyin dediği halde gereğinden fazla israf eden insanlar oluyor. Düşünüyorum da eskiden israf etmiyormuyduk, yoksa imkanımız mı yoktu? Eskiden israf edebilirmişiz de, yokmuş ondan edemiyormuşuz , şimdi ele geçmiş ve israf ediyoruz . İmkan olmadığı için israf etmemek maharet değil , varken israf etmemek maharet. Dolayısıyla da hiç bişey değişmemiş, biz aynı bizmişiz.....
8- Öfke kontrolü yaşayan çocuklarımızı kazanmak için nasıl davranmalıyız?
Öfke kontrolü başlı başına, ayrıca önemli bir mesele. Öfke kontrolü bizim toplumumuzda ciddi bir sıkıntı. Çünkü; öfke öğrenilen bir süreç, anne karnından itibaren öğrenilen ve dünyaya geldikten sonra da gözlemlenerek öğrenilen bir süreç. Genetik geçme özelliği de var, sosyal genetik olarak toplumsal yapılanmadan gelen bir geçiş özelliği var. Bir de aileden, anne baba davranış ve tavırlarından dolayı, anne babadan geçen yanı var. Çocuklarımızdaki öfke kontrolünü ortaya çıkarabilmek için, yetişkinler olarak öfke kontrolünü algılayabilmeliyiz ki onlara da davranışlarımızla örnek olmalıyız . Bu çocukların temel ihtiyaçları ne ve neden sinirleniyorlar? Neye kızıyorlar? Temel ihtiyaçları giderildiğinde, duygusal olarak da durduğunuzda kimse öfkelenmez . Ama ihtiyaçları doyurulmamıssa, duygusal olarak da yanlız bırakılmışsa herkes öfkelenir. Bizim ülkemizde de malesef ciddi bir yalnızlaşma psikolojısı var. Bu bireyselleşmenin getirdiği bir durum, bireyselleşince yalnızlaşma devreye giriyor. Kimsenin kimseye güveninin kalmadığı gibi bir sıkıntı ortamı da var. Kimse kimsenin sıkıntısını da dinlemek istemiyor. Eskiden insanlar mahallede toplanıp, birbirleriyle konuşup dertleşip deşarj olurlardı ama kimse kimsenin anlattığını da malzeme haline getirmezlerdi, anlatılan orada kalırdı. Şimdi kimsenin kimseyi bu anlamda dinlemek gibi bir niyeti yok.Tahammül edecek tarafı da yok , tahammülsüzleştik. Ben şöyle diyorum ; nasıl olsa sistem geniş, nasıl olsa biryerlerde uzmanlar var. Gidin uzmanlarla konuşun, nerelere para harcamıyorsunuz. ..
9- Son günlerde modayı çok yakından takip eden ve dikkat çekici giyinen tesettürlü hanımlara "süslüman" ismi takıldı ve epey tartışıldı. Bunu takip edebildiniz mi? Bu konuda herhangi bir düşünceniz var mı?

Güzel ve şık giyimden yanayım ben de şahsen. Ama bunu gereğinden fazla abartılması ve bunun israfa kaçması, ayağındaki ayakkabıdan, kolundaki çantaya kadar herşeyini, her an birbiriyle çok aşırı uyumlu olmasıyla ilgili takıntının geliştirilmesinden yana pek hoşnut değilim. Sonuçta bir anlamda tesettürün temel amacı; şaşadan uzaklaşma , o tarafını da bir şekilde görmemizde fayda var. Bende ortalama kılık kıyafetine dikkat eden biriyim, düzgün giyinmeye çalışan bir insanım. Ama aşırı derecede paralar harcamak, herşeyi herşeyle uyumlu hale getireceğim diye eve çantalar yığmak, ayakkabılar yığmak bunlardan yana kesinlikle değilim. Temiz ve düzgün olmamız gerektiğine inanıyorum. Bize bakıldığında imrenilmesini istiyorum. Ama ben kendi adıma modayı abartı derecede takip etmeyi pek sevmiyorum, çünkü; herkesin aynı fabrikadan çıkmış gibi gösterilmesi beni rahatsız ediyor. Biraz daha üsluplu olmasına özen gösteriyorum. Allah'ın emrini yerine getireceksek, ona uygun giyinmeli, onun haricinde zorlamaya gerek yok diye düşünüyorum.





Mavi Marmara Şehidi Furkan Doğan'ın Babası Ahmet Doğan İle İsrail'in Özrü Hakkında (01.04.2013)

-İsrail'in geç de olsa ''insanlık suçu işlediğini kabul edip'' Türkiye'den özür dileyip, Türkiye'nin diğer iki şartı olan Mavi Marmara şehit ve mağdurlarının ailesine tazminat ödemeyi kabul etmesi ve Gazze'ye ambargonun kalkacağını öğrenince neler hissettiniz?

- Öncelikle şunu belirteyim ki, israilin aradan uzun süre geçmesinden sonra özür dileyeceğini zannetmiyordum. Özür dilendiğini telefonla görüşümü soran basın mensuplarından duydum ancak inanmadığım için, haberin doğruluğunu öğrenmeden birşey söylemek istemediğimi söyledim. Ayrıca özürün tek başına hiçbir anlamı olmadığını, diğer şartların da kabul edilmesi ve yerine getirilmesi şartıyla ancak özürün değerlendirilebileceğini söyledim. Daha sonra özürle birlikte diğer şartların da kabul edildiği konusunda başbakanlıktan yapılan açıklamayı okudum. Türkiye’nin ve israilin açıklamaları olarak yayınlanan açıklamayı okuduğumda, satır aralarında beni rahatsız eden noktalar olduğunu gördüm ve huzursuz oldum. Tüm Türkiye özür konusuna odaklanmış ve büyük başarı olarak değerlendirmeler yaparken, ben özür ve tazminattan ziyade ambargonun, ablukanın kaldırılması konusunda muallak hususlar olduğunu düşündüm. Ayrıca açıklamada geçen “ademi mesuliyet” konusunda tatminkar hiçbir açıklama yapılmaması ve kamu oyunda çok da tartışılmaması beni rahatsız etti. Evet, geç de olsa özür dilenmiş olması Türkiye açısından uluslararası politika ve imaj açısından ve Türkiye’nin haklılığı ve gücü açısından son derece önemli bir gelişme. İsrail tarihinde çok nadir ya da hiç olmamış birşey. 1967 yılında ABD’nin Liberty gemisine saldırıp 34 Amerikan askerini öldürdüğünde dahi israil özür dilememişti. Özür, bizim açımızdan şuçun kabulü anlamında önemlidir. Hem israil hem ABD, yapılan insanlık dışı saldırı konusunda kendilerini bugüne kadar haklı olarak görürken, gelinen noktada ABD özür diletiyor, israil özür diliyorsa, suç işlendiği ikrar ediliyor demektir. Ortada suç varsa elbette ceza da olacaktır. Ancak, sadece özüre odaklanıp, diğer hususların göz ardı edilmemesi gerektiğini, özürün diğer şartlarla birlikte ancak anlamlı olduğunu da sürekli söylüyoruz. Şu aşamada özür ve tazminat konularının konuşulmasının yerine öncelikle ablukanın kaldırılması şartının yerine getirilip getirilmediği takip edilmelidir. Abluka kalkmadığı müddetçe, diğer iki şartın çok da önemi yok bence. Bizim için en büyük özür, ablukanın tam olarak kalkmasıdır. Ablukanın tam olarak kalkmasından kastım, hem kara, hem hava, özellikle de deniz ablukasının topluca kalkmasıdır. Ama, israil özellikle özürün ardından tazminat konusunu da hızlandırarak abluka meselesinin zamana yayılmasını sağlayacak, zamanla da o konuda ki hassasiyetin kalmayacağını ve gündemden düşeceğini düşünerek ablukayı tam olarak kaldırmayacaktır. israile ve verdiği sözlere asla güvenmiyoruz. Güvenmek içinde hiçbir sebebimiz yok. Bugüne kadar hiçbir anlaşmaya uymamış, devlet geleneği olmayan, omurgasız bir devletle karşı karşıyasınız. Bu nedenle, özürü duyduğumda asıl duymak istediğim abluka konusuydu. Ablukanın kaldırılacağı sözüne de güvenmedim, hala da güvenmiyorum. Bu nedenle, özür, benim için sevinç değil, burukluk getirdi. Aldatılmışlığa uğrama gibi bir his kapladı. Bu nedenle her adımın takipçisi olmak istiyorum.




- Mavi Marmara'nın hareket etme amacı "ambargoyu kırma" olduğu için, Mavi Marmara ve şehitlerimiz amacına ulaştı diye düşünebilir miyiz?

- Mavi Marmara’nın temel amacı, o zamanki genel atmosfer dikkate alındığında, dünyanın gözü önünde yaşanan insanlık dışı ambargoya dünyanın dikkatini çekmek, mümkün olduğunca hukuksuz ve dayanaksız bu ambargoyu delmek ve tabii ki bir miktar da insani yardım götürmekti. Dolayısıyla, böyle bir amaçla yola çıkan bir gemide verilen şehitlerin amacı da ambargoyu kırmak ve ambargonun kalkması için dünyanın dikkatini çekmekti. Yukarıda da söylediğim gibi, ambargo ve abluka kalkmadığı müddetçe şehitlerimiz amacına ulaştı diyemeyiz. Aslında şehitler, ambargoya dikkat çekmek ve hafifletmek açısından amaçlarına ulaştılar ama tam olarak kalkmadığı müddetçe, bizler de bu uğurda mücadele etmedikçe, şehitlerimizin anısına gölge düşürürüz. Bu nedenle biz ablukanın kaldırılmasını ilk şart olarak sürekli zikrediyoruz. Abluka kalkmadan, özürün ve tazminatın konuşulması beni açıkça rahatsız ediyor.


-İsrail tv leri dün "Özür karşılığında askerlerimiz hakkında açılan davanın düşmesi" sözünü almış olabiliriz" dediler. Ama dün Bülent Yıldırım bunun söz konusu olmadığını söyledi. Siz bu konuda nasıl düşünüyorsunuz?



- Biz, üç şartın kabul edilmesini isterken karşı şart koşulmasını asla kabul etmeyeceğimizi açıkça söylemiştik. Karşı taraf suç işlemiş, hem de en ağır bir suç işlemişken, bize şart koşma gibi bir lüksü olamaz. Suç işlenmiştir, özürle bu suç kabul edilmiştir, o halde bu suçu işleyenler cezalarını çekeceklerdir. Ceza davalarının geri çekilmesi asla mümkün değildir. Kaldı ki, biz çekelim desek de (ki böyle birşey olamaz) ceza davaları hukuken geri çekilemez davalardır. Sadece, tazminat konusundaki davalar belki devletin anlaşması nedeniyle düşebilir ki, o davaların düşmesi de bizim çekmemize bağlıdır. Ben şahsen, bugün itibariyle hiçbir davanın çekilme noktasında olmadığını, abluka kalkmadan hiçbir kabulümüzün olamayacağını tekrar tekrar söylüyorum. Adı her ne ise, ister abluka, ister ambargo, ister blokaj olsun, Gazze’yi ve Filistin’i dünyadan tecrit eden uygulama devam ettiği müddetçe, şehitlerimizin devrettiği bayrağı düşürmüş oluruz. Bu nedenle, bu aşamada herhangi bir davanın geri çekilmesini kimse bizden istemesin. Ayrıca, yeni davaların açılmasını da kimse engelleyemez.




-Tarafınıza ödenecek tazminatın Gazze'ye bağışlanacağını duyduk. Allah sizlerden razı olsun. Bu konuda neler söylemek istersiniz?




- Şayet abluka kalkarsa tazminat konusu gündeme gelebilir. Tazminata da bir ceza unsuru olarak baktığımız için, ödenecek tazminatı kendimiz için kullanmamız asla sözkonusu olamaz. Tabii ki bu tazminatlar özellikle Gazze için, ordaki yetimler ve şehit aileleri için gönderilecektir. Her halukarda bu tazminatlar hayır için kullanılacaktır. Kuruşuna dokunulmadan tüm şehit ailelerinin de tazminatları Gazze’ye, Filistin’e veya Afrika’ya ümmetin hayrı için sarfedilmek üzere göndereceğini tahmin ediyorum.



- Filistin'in miladı olan Mavi Marmara'nın yeniden hareket etmesini diliyor musunuz? Ve ekibe katılır mısınız?


- Benim teklifim şudur: Biz ablukanın kaldırılması konusunda israile güvenmiyoruz. Bu konunun bizzat takipçileri olmak ve Türkiye’nin de israil tarafından yanıltılmasına imkan vermemek istiyoruz. Bu amaçla, ablukanın kaldırılmasının takibi için bir komite oluşturulmasını ve şehit ailelerini temsilen bir veya birkaç kişinin bu komitede görev almasını istiyoruz. Belli periyotlarla kontroller yapacak olan bu komite, ablukanın tam olarak kaldırıldığına kanaat getirdiğinde, içinde benim de olacağım Mavi Marmara ile yola çıkılmasını ve deniz ablukasının da kaldırıldığını bizzat görmek ve “Filistin’e Yolaçık” sloganıyla denizden Gazze’ye ulaşarak Mavi Marmara’nın yarım kalan yolculuğunu şehitlerimiz adına tamamlamak istiyorum.



- Son olarak, doğum gününüzde tebrik mesajları arasında bir tanesi dikkatimizi çekti, sanırım siz de lutfedip cevaplamıştınız o mesajı. Hatırladığım kadarıyla: "Bu dünya ve öte alem mükafatı olarak Furkan'ın babası olmanızdan öte sizin için ne dilenebilir ki." İlk sorum bu minvalde: Siz ne dilerdiniz? Bugün geldiğimiz noktada, Şehitlerimiz ve Filistin halkı için ne dilerdiniz?

- Evet, benim için Furkan’ın babası olmak en büyük onur, en büyük şeref. Rabbim bize böyle bir onur vermişken, buna layık olmak gerekir. Furkan’ın şehadetinden sonra “Furkanım sana layık olmaya çalışacağım” demiştim ve hâlâ o noktadayım. Rabbim bize çok ağır bir yük yükledi, taşımak için de yardım istiyor, sabır için sürekli dua ediyoruz. Furkan sınavı geçti, bizim sınavımız ise devam ediyor. Çok zor bir sınav. Hiç çalışmadığınız bir konudan hiç beklemediğiniz bir zamanda sınava girmek gibi. Furkan’sız bir hayat nasıl çekilebilir ki; hayal dahi etmediğiniz bir şeyi yaşıyorsunuz ve yaşamak zorundasınız; isyan etmeden, hatıralarına yaslanarak, şehadetinden sonraki güzel gelişmelerle avunarak ve şehadetin bereketini hissederek... Ama asla isyan etmeden ve asla “Keşke göndermeseydik” demeden... Gemideki son saatlerinde şehadeti hissedip, şehadet gömleğini giyen ve “Şehadet şerbetine son saatler İNŞAALLAH” diyen bir evladınıza nasıl olur da keşke diyebilirsiniz... O Rabbine en güzel şekilde kavuştu ve bize de en güzel yolu gösterdi. Şehadet kavramının içini doldurdu... çağdaşlarına, yaşıtlarına, hepimize bu çağda da şehadetin mümkün olabileceğini gösterdi. Yeter ki Allah yolunda, samimi ve ihlaslı olalım... Hiçbir dünyevi ünvan Furkan’ın babası olmaya eşdeğer değil. Bu nedenle doğum günümde dediğiniz gibi bir mesaj gönderen arkadaşa söyleyecek söz bulamamıştım.
Bugün özürle başlayan süreçte, artık israil de hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını kabul etmiş gözüküyor. Arap Baharı, Ortadoğu’da dengeleri değiştirirken, uluslararası stratejilerin de yeniden gözden geçirilmesine, güç dengelerinin değişmesine neden oluyor. Bu noktada Türkiye’nin de israilin de konumu ve rolü değişirken elbette Filistin için de güzel gelişmelere sebep olacak diye düşünüyorum. Mavi Marmara, her ne kadar Gazze amborgosu için yola çıkmışsa da, bugün gelinen noktada çok daha büyük sonuçlara götürebilecek, belki de bütün Filistin’in kaderini değiştirecek gelişmeler yaşanacak gibi görünüyor. Filistin davası ümmetin sınavıdır. İnşallah ümmet bu sınavı verir ve Filistin özgürlüğüne kavuşur. Bize şehitlerin yolunda mücadele etmek düşüyor, gerisi Rabbimin takdiri.

El Ezher Öğrencisi İhvan Üyesi Derda İle Mısır Direnişi Röportajı ... (22.08.2013)

Zulüm, direniş ve acının anavatanı olan Ortadoğu Coğrafyası’nda kan gölüne dönen ülke bu kez Mısır idi... Canlı yayınlarda televizyon ekranlarından sivillerin, kadınların ve çocukların katledilişini çaresizlik içinde izliyoruz.. Seçimle gelen devlet başkanı Mursi’ye karşı gerçekleştirilen darbe tüm dünyanın gözleri önünde insanlığa meydan okunması anlamına geliyordu. Nüfusu bir buçuk milyara vardığı söylenen Müslüman halklarının Rabia Meydanı’ndan yükselen çığlıklara verdiği cılız tepki, ümmetin içinde bulunduğu parçalanmışlık ve kavmiyetçilik mikrobunun zaferini de tescilliyor…
El Ezher Üniversitesi  Türk Dili  Edebiyatı öğrencisi Mısırlı Mursi taraftarı ve İhvan üyesi Derda Fathi Ismail'e sorduk...

1- Henüz Mursi iktidarda iken öyle bir darbe ve sonrası bu katliamı tahmin ediyor muydunuz?
١- هل كنتم تتوقعون مثل هذا الانقلاب  وما حدث بعده من مجازة في مصر عندما كان مرسي في السلطة ؟




- Böyle bir darbe ve sonraki katliamları hiç tahmin etmemişiz. Sadece Şeyh Hazim Abu İsmail tahmin edip Sisi '' Duygusal bir oyuncu'' olduğunu söyledi..



-لم نتوقع مثل هذا الإنقلاب أو هذه المجازر بتاتا..
فقط الشيخ "حازم أبو اسماعيل" هو من توقع هذا وقال عن السيسى أنه "ممثل عاطفى".





-Meydanları terk etmeyen Müslüman Kardeşlere ve Mursi'yi destekleyenlere, Mısır ordusu ve Baltacılar haricinde Darbeyi destekleyen halktan da tepkiler ve şiddet geliyor mu?
- هل استخدام القوة والعنف سيؤثر في الاخوان المسلمين والمؤيدين لمرسي من الشعب باستثناء البلطجية والمؤيدين للانقلاب من الجيش ؟




- İhvan veya Mursiyi destekleyenlere tepkiler ve şiddet gelmez. çünkü şiddet ihvana yeni bir şey değil. Onlar Cemal Abdulnasir, Sadat ve Mübarek zamanından beri şiddeti görüyorlar.
-العنف لن يؤثر على الاخوان المسلمين أو المؤيدين لمرسى، لأن العنف ليس شىء جديد عليهم، فهم اعتادوا عليه منذ عهد جمال عبد الناصر والسادات وحسنى مبارك





-Sisi'nin arkasında destekçisi olarak Körfez ülkeleri haricinde, ABD ve Batı olduğunu düşünüyor musunuz?
- هل تعتقد أن أمريكا والغرب يدعم السيسي بالاضافة الى دول الخليح؟



- Tabi, dünyanın özgürleri ve meşrutiyeti destekleyenler de bunu söylüyorlar.

-نعم كل الشرفاء فى العالم و المؤيدين للشرعية يعتقدوا ذلك



-Bizler "Mısır televizyonlarda Mursi'nin intihara teşebbüs ettiği" haberi yayınlandığını duyduk. Mursi'yi katledecek kadar gözleri dönmüş olabilir mi?
-  التلفزيون المصري اذاع خبر مفاده أن مرسي حاول الانتحار، هل سيصل بهم المطاف لقتل مرسي؟




- Biz bunu tahmin ediyoruz. Ama inşallah olmayacak

- نحن نتوقع ذلك.. ولكن نتمنى من الله ألا يحدث



-Mısır'ı nasıl bir gelecek bekliyor olabilir?
- ما هو مستقبل مصر القادم ؟

- Mısır’ın geleceği eskisinden daha iyi olacak.

- ان شاء الله مستقبل باهر و أفضل من سابقه..



-Türkiye'ye bir mesajınız veya bir isteğiniz var mı?
- هل هناك رسالة او طلب من تركيا ؟



- Türkiye'nin Mısıra sürekli destek vermesini istiyoruz ve meselemizi dünyanın dört bir yanında yayınlansın istiyoruz. Daha fazlası Meşruiyete destek vermek üzeri Mısır için bir kongre düzenlemesini istiyoruz.



- أطلب من تركيا الاستمرار فى دعم مصر وتدويل القضية على أوسع نطاق.. وأطلب منهم إقامة مؤتمر للمصرين فى تركيا لدعم الشرعية..




-  Hüsnü Mübarek tahliye oldu. Böyle bir kararı  nasıl değerlendiriyorsunuz?
-  مبارك حصل على البراءة وخرج من السجن ، كيف تقيم هذا القرار ؟




- ilk olarak: böyle bir karar darbeci hükümetinden tahmin edilmiştir. Ve 30Temmuz direniş Eski Mübarek rejimini geri dönmek için olmuştur.
ikinci olarak: Darbeci hükümeti, halk Mübarek'in hapisten çıkmasını kabul etmediği için ev hapsinde koymuşlar.

- أولا:هذا قرار متوقع من حكومة الانقلاب.. وهذا دليل على ان انقلاب 30 يونيو قام من أجل إعادة النظام السابق..
ثانيا: الحكومة الانقلابية تجس نبض الشارع المصرى فى تقبُّله لخروج مبارك، ولكنهم وجدوا رفضا شعبيا لخروجه. لذا وضعوه تحت الإقامة الجبرية حاليا.

Ebubekir Kurban İle "Türkiye Sevgisi İmandandır" Kitabı Üzerine(1 Mayıs 2013)

-Sizi tanıyanların bildiği üzere, vatan sevgisi ve imanı ayrılmaz gören birisiniz. Simdi bu çerçevede düşüncelerinizi -adına da bir dua kitabı diyorsunuz- bir kitapta toplayarak okuyucularınızla paylaşacaksınız. Kitabınızın hikâyesini anlatır mısınız?
-Kitabın alt başlığının adı o. Bir dua kitabı yani. Tam adı, “Türkiye sevgisi imandandır.” Dünya maceramız devam ediyor. Bir kalbimiz var, ona dikkat edeceğiz. Kalbimizin Allah’la irtibatını konuşurken, düşünürken ne kadar heyecan duyuyoruz değil mi… “Aman kalbim” diyoruz, “aman dikkat” diyoruz. Peki arkadaşlarımız, annemiz, ülkemiz söz konusu olduğunda niye kayıtsız kalıyoruz ki… Onların hakikatle, Allah’la râbıtası sağlam olmasın mı… Bunlar için kafa yormamız gerekmiyor mu? Kitapta Allah’ı, hakikati, annemizi, dostlarımızı anlatmaya çalışıyorum, dilimin döndüğünce. Onların bize açtığı alana davet ediyorum okuyucuyu. Ben de girmeye çalışıyorum o yere. Okuyucuyla yan yana yürümeyi deniyorum. 
Kitabın hikâyesine gelince, ilk kez size söylemiş oluyorum, rüyamda gördüm. “Türkiye sevgisi imandandır” dedi ak sakallı bir Allah dostu. Kitap olarak çıkması için fetvayı ben kendim verdim. Kitaba “bir dua kitabı” alt başlığı ismini tavsiye eden de yine ak sakallı bir Allah dostu. Ama rüyada değil…

-Kitabınızda verdiğiniz âyette Allah “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” derken, bizim hangi bilinç seviyesinde olmamızı istiyor?
-Zeynep Hanım, çok üstüme gelmeyin, n’olur…  Evet, insanın Rabbiyle olan diyaloğu bizzat yaratıcının “Rabbiniz değil miyim?” sorusuyla başlıyor. Yani birilerinin sandığı gibi insan şu hayata “mağara adamı”, “ilkel bir canlı” olarak gönderilmedi. Bizzat Rabbimiz tarafından öğretilmiş, terbiye edilmiş, doğru-yanlış bilgisiyle yüklü medenî bir beşer, bir “peygamber” olarak geldik yeryüzüne. Cenneti görmüş birisi olarak geldik dünyaya.  Hz. Âdem’in Allah tarafından zaman ve mekân tasavvuru ile donatılması gibi, biz âdemoğulları da “bir yere,” “bir mekâna” doğuyoruz. Bunu unutmayacağız. Mekân -siz ona dünya da diyebilirsiniz- tanışıklığımız anne babamızı tanımakla devam ediyor. Annemiz ve babamız bizim yeryüzündeki ilk vatanımız… Sonra sokağa çıkıyoruz işte. Mahallemize ve şehrimize… Yani demem o ki, önce bulunduğumuz yeri tanıyor ve bu tanışıklığın gereği olarak muhabbetimizle oraya bağlanıyoruz, yani bizdeki vatan duygusunun kaynağı, temeli de o esasen.
Bizim ilk tanışıklığımız Rabbimizle… Ama hatırdan çıkarmamakta fayda var; her tanışıklık bir bağlılığı getirir. Ve her tanışıklık o bağlılığı kutsal kılar. Evet, Allah’la tanışıklığımız O’nun sorduğu soruyla başladı ve bu tanışıklık O’nunla olan ilişkimizi kutsal kıldı. Bu tanışıklığın yeryüzündeki yansıması olarak insanın mekân ve diğer insanlarla tanışıklıklarının da bu anlamda çok değerli olduğunu bilmemiz lazım.
Bir de şu yönü var meselenin. Rabb, terbiye eden demek. Bu terbiye, ahlakî bir terbiye değil sadece. Fizikî bünyenin de terbiye edilmesi, ona bir şekil verilmesi gerekir. Terbiye bunu da içine alıyor esasen. 
Madem ilk muhabbetimiz, ilk konuşmamız Allah’la, haliyle bizim yeryüzünde O’nunla ilişkimizi göz ardı ederek kuracağımız diğer ilişkilere rahmani bir boyut katmamız mümkün değil. Bize kapılarını ilk açan, bize dayayıp döşediği cenneti veren yüce Allah. Allah’ı, yani, ilk dostumuzu zihnimizin ve gönlümüzün dışında tutarak, unutarak atacağımız hiçbir adım bizi hayra, selâmete ulaştırmaz.

-Kitabınızda bahsettiğiniz bizi birleştiren değerler” olan “tarih, toprak ve dil”,  bizi “bölen silahlar” olarak da karşımıza çıkıyor. Böyle bir çelişki yok mu? Bu bağlamda neler söylersiniz?
-Tarih, toprak ve dil, şuurdur. Bize şuur kazandıran değerlerdir. Tarihimiz ve dilimiz niye ayrılık sebebi olsun, anlamıyorum. 
Sizin kastettiğiniz şey, Cumhuriyet dönemi uygulamalarıysa onları ayrıca konuşmalıyız tabii. Bugün Türkiye’de, Cumhuriyet’in kuruluşundan tevârüs edilmiş bir kafa karışıklığını tüm ağırlığıyla üzerimizde hissediyoruz. Bizi birleştirmesi gereken “tarih, toprak ve dil,” geçmişte,haklısınız, “bölme” amacına hizmet için “kullanıldı.” Ama başaramadılar elhamdulillah.  
Açık söylemekte fayda var, Osmanlı haritasının parçalanması, bizim zihin haritamızın parçalanmasıydı. Cumhuriyet, maalesef bu parçalı zihinleri toparlayamadı. Milletin âidiyet duygusu da zedelendi. Yüzyıllardır milletin içinde var olan “devlet-i ebed-müddet” duygusu dumûra uğradı. Zira tüm devrimler jakoben, yani tepeden inmeydi. Bir halk devrimi değil, bir elitler devrimiydi. Haliyle, teoride halkçı, pratikte halktan kopuk bir cumhuriyet inşâ edildi. Yeni bir “devlet” ve yeni bir “millet” yaratmaktan bahsediyorlardı. Bir kurgu-millet vardı kafalarında ve bu kurguya uymayanlara hayat hakkı tanımıyorlardı. 
Akira Kurosawa’nın filmi “Düşler”de, bir sahne vardır: Adamın biri, ünlü ressam Van Gogh’a kulaklarını neden kestiğini sorar. Van Gogh, şöyle cevaplar: “Kendi portremi yapıyordum, kulakları oturtamayınca, kesip attım.” Cumhuriyet’in durumu bana hep bu hikâyeyi çağrıştırır. Kulakların yerine pek çok şey konulabilir: Kürtler, İslâmcılar, Aleviler, Halife vs. Halen tamamlanamamış bir portreden söz ediyoruz…
Aslına bakarsanız, Cumhuriyet’in resmetmeye başladığı portre hâlâ yapılamamış hâlâ üzerinde çalışılan bir portre. Bu portre birçok renkten, birçok unsurdan, birçok kokudan oluşuyor. Ama bu portre de er geç, kaçınılmaz olarak aslına rücû edecek. O vakit, bugün adına Türkiye dediğimiz coğrafya üzerinde yaklaşık bin yıl içinde farklı etnik kökenlerden unsurların müştereken oluşturduğu bu millet, aslî kimliğine kavuşacak, kafa karışıklığı dağılacak… 

-Nedir aslına dönülecek olan? 
-Elbette, bu milletin hem birleştirici harcı hem ortak değerleri hem de dünya görüşü olan İslâm inancı ve kültürü. Millet dediğimiz “varlıklar” günlük kararlarla, halk oylamasıyla falan kurulmaz. Milleti tarih meydana getirir. Tarihin birbirinin içinde erittiği, “bir”leştirdiği etnik unsurların hiçbiri o milletten gayrı düşünülemez. İslâm kimliği elbette bize yeter, bin yıl boyunca nasıl yettiyse bugün de yeter. Üstelik İslâm kimliği etnik kimliklerin inkârını da gerektirmez. Büyük, geniş, bereketli coğrafyamızda yaşayanlar olarak aynı milletin çocuklarıyız. Aynı kaderi paylaşan insanlarız. Hülâsa, bu ülkede Müslümanlık dışı bir dünya ve hayat tasavvur eden her kim olursa olsun, ne türden bir kavmiyetçilik güderse gütsün emperyalist-kâfir sistemin hizmetinde demektir. Çünkü Müslümanlık, bu ülkenin çocuklarını bir arada tutan tek değer. Müslümanlık bu ülkeyi vatan kılan tek şey aynı zamanda. 

-Batı karşısındaki “yenilgimizin”, toplumsal hafızamızda oluşturduğu tramvanın, günümüz Türkiyesine etkisi ne şekildedir?
-Eziklik, eziklik, eziklik… Her alanda kompleksi hareket etmemiz. Kabul, bugün silinmiş görünenin, üzeri küllenmiş gibi görünenin endişesi çok dramatik ve bize çok ağır geliyor. Ancak yine de çok acıtmasın kalbimizi. Çünkü birgün bu toprağın çocukları “modern” uykularından uyanmak istediklerinde dönüp bakmak zorunda kalacakları ve yeniden parlatmak isteyecekleri ilk şey, sahip oldukları topraklarının tarihî anlamı olacak. 

-Son olarak, okuyucularınıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?
-Bu topraklar bugün kendimizi tarif ederken kullandığımız Batılı kavramların dünyasıyla çatışmanın cereyan ettiği yer. Bu topraklardaki varlığımızın başka türlü bir izahını ne resmî makamlar ne alternatif tarihçiler yapabilir; ne de bunu bizlerden sonsuza kadar gizleyebilirler. Bu toprakların hafızasında yeri olmayan kavramların kime ait olduğunu hatırlamamız gerek. Bu toprakların da bir hafızası var. Tıpkı Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün hafızası olduğu gibi. Bu toprakların türkülerinde, kültüründe, edebiyatında, düşüncesinde her şeye rağmen muhafaza edileni sevmezsek şuurlu bir Müslüman olamayız.

-Teşekkür ederim.
-Ben teşekkür ederim efendim. Nur olun.
3

Sivas'ın Yiğit Oğlu Muhsin Yazıcıoğlu (23 Mart 2013)

Soğuktu ve fakirdi Elmalı köyü ülkenin pek çok garip yeri gibi bin dokuz yüz elli dört yılında. İsimsiz bir çiftçiyi sevindirecek hediye aynı zamanda bu vatana sevdalı bir yürek olarak dünyaya geldi.
İnsanlar pek çok şeye inanır, pek çok şeye sevdalanır ama insanların çok azı inandıkları ve sevdalandıkları şeyler uğruna harekete geçer, harekete geçenlerin çok daha azı baş koydukları yolda sonuna kadar mücadele eder. Mücadelecilerden biri de Sivas’ın o soğuk ve fakir köyünden gelen gençti. Bir ülkü seçti kendine sonuna kadar mücadele edeceği ve bu davayı nasıl yürüteceğini de kendisi belirledi.
“Dava boş gurur ve hırsların tatmini için yapılan bir koşturmaca değil içtimai, iktisadi, siyasi ve beşeri hayatımızı Hakk'a uydurma davası olmalıdır.”
Dava adamı olmak kolay görünür, havalı gelir gençlere ama bu genç davasının temelini inancından almıştı. Mücadelesini yürütürken hayatının her yönüyle kendini adamak onun tek yöntemiydi.
“Müslüman'ın iki ayrı hayatı olamaz. Maddi hayatını düzenlerken başka, manevi hayatını düzenlerken de başka bir felsefeye göre davranamaz. Sadece din ve ibadet konularına Allah'a yönelik bir şahsi ve nefsi mesele olarak görmenin, ama siyasi, içtimai ve iktisadi meselelerde "Allah'ı işe karıştırmamak" felsefesiyle hareket etmenin insanı iki ruhlu, ikiyüzlü bir hayat anlayışına götürür. Müslüman'ın maddi ve manevi hayatında tam bir uyum ve ahenk olmalıdır.”
Genç insanların mücadelesi zorludur. Bu süreçte aynı sevdayı taşıyanlar karşılıklı saflarda yer aldılar. Ama o bulunduğu yeri seçerken ne kadar haklı olduğunu biliyordu, o fikirlerini köklerini saldığı bu yiğit topraklardan ve hak olan imanından alıyordu. Hiçbir menfaat ya da siyasi itibar bu tür ideallerin üzerinde yer alamazdı.
“Müslüman Türk gençliğine öncelikle küçük hesaplardan uzak olarak İslam iman ve ahlakı ile büyük işler başarmış bir milletin mensubu olmanın heyecanı, şuna veya buna benzemenin değil, kendi kendine benzemenin ve kendi kendini aşmanın şuuru verilmelidir.”
Evet Muhsin Yazıcıoğlu böyle bir şuurla yola çıkmıştı. Sahip olduğu özellikler onu kısa sürede gençlik liderleri arasına soktu. Yükselmek vardır, tökezlemek vardır, zindanlarda şiir söylemek vardır ama dönmek yoktur bu yolda bazıları için. Yıkılmaz görünen her engel daha güçlü denemek için oradadır. Evet 12 Eylül engelini de aşmıştı öğrenerek ve kendine bir şeyler katarak. Yoldaşlara vefa zamanıydı şimdi.
Siyaset hizmetin yöntemlerinden biridir ve bu yöntem bazen ayrılıkları getirir. Muhsin Yazıcıoğlu kendi partisini kurarken kendini eller üzerinde taşıyanlardan göreceği tepkiyi elbet biliyordu, ancak hizmet ancak hizmet edebilme imkanı bulunan yerde yapılabilir ve önemli olan yol değil hedeftir. Bu ülkeye gerçekten hizmet edenler takdir bekleyenler olmamıştır hiçbir zaman hatta çoğu zaman unutulan kahramanların ellerinde yükselmiştir bayrak. Muhsin Yazıcıoğlu unutulanlardan olmayacak çünkü o bu vatan toprakları üzerinde yaşayıp da bu vatana bu vatanın değerlerine bir zerre kadar minnet duyan herkesin vicdanında yer edenlerdendir. Çıktığı son yolculukta onu yenilgiye uğratmayı amaçlayan karanlık güçler onun için hazırladıkları tuzağın onu daha da büyüttüğünü kısa sürede gördüler.
Rahat uyu Sivas’ın yiğit oğlu, yolunda asla yalnız olmayacaksın.
“Şimdi bakın yoldan geldik, yola gideceğiz. Hiç birimizin garantisi yok. Şurada ayakta duranın da, oturanın da garantisi yok Bir saniyenize bile hâkim değilsiniz. Bir saniyesine bile hâkim olamadığımız, hükmedemediğimiz bir hayat için, bir dünya için, fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz. Allah’ın izniyle hayatım boyunca hep böyle gittim. Ben 'temiz el' ödülü almış bir kardeşinizim. Bu, yolsuzluğa bulaşmamış el demek. Dava adamları kendi hayatlarını tam bir mümin gibi düzene koyarken, ferdi şuurdan kolektif şuura geçişin metotlarını da geliştirmelidir. İslami şuurlanma edebiyat ve nazari mülahazalar olmaktan çıkıp yaşanan, canlı bir varlık olma niteliğine kavuşmalıdır.”
Bu Ülkenin başka güzel insanları gibi Muhsin Yazıcıoğlu’da "çözümsüz ve anlaşılmaz" gibi gösterilen bir sonla veda etti bize. Biz onu yürekten anladık, yüreğiyle konuşan adamı! Ama ölümündeki karanlık perde aralanıncaya dek buruk kalacağız bu böyle biline…!

15 Temmuz Şehidi Halil Kantarcı ile 28 Şubat Röportajı (28 Şubat 2013)


Röportajın Ses Kaydı: https://youtu.be/As-ggH5aFYg

Bize kendinizden ve yaşadığınız çevreden  bahseder misiniz ?

1995 yılında Refah Partisi ile tanıştım. Orada milli gençlik vakfında görev aldım. Seçim zamanıydı, o dönemde oldukça aktif idik, Müslüman gençlerdik,15 yaşındaydım. Biraz sivrildik galiba o dönem. Ayasofya’da bir dans eylemi vardı. Bizim kırılma noktası orası idi, biz o dansa izin vermemeye niyetlendik ve MGV’dan bir grup genç gittik, biz o kapıda dururuz onları içeri almayız dedik. Yabancı bir grup gelip müstehcen bir dans gösterisi sergileyeceklerdi Caminin içinde.orada bizden başka gelenler oldu, nihayetinde biz o dansı yaptırmadık fakat orada da gözaltına alındık. Ve Ayasofya için hapis cezası Türkiye'de ilk ve tektir Bünyamin Eser isimli bir arkadaşımız dansı protestodan dolayı 2 sene hapis cezası aldı gündemde gelmedi … işte o dönem mimlendik fişlendik vs. zaten ondan sonra sürekli takip edildik.ama Allah bize o cesareti verdi biz bunu kendimizden bilmiyoruz bu Allah’ın bir rahmeti idi lütfu idi.biz bundan yılmadık o dönemde seçim çalışmaları için gayret gösterdik. Afişler astık geceleri onların başında nöbetler tuttuk indirmesinler diye )

İBDA fikriyatından haberdar mıydınız ?

İBDA fikriyatını tanıyor muydum az çok tanıyordum aşinalığım vardı… 90’lı yıllarda İBDA ciddi mücadele sürdürüyorlardı o dönemlerde Taraf isimli bir dergi vardı çok keskin hatlarla İslam’ı savunan ve zerre taviz vermeyen bir dergi vardı. O derginin etrafında insanlar vardı tabi biz onları tanımıyorduk dergiyi temin ediyorduk birkaç sayısını okuma fırsatım olmuştu o zaman Akıncı Yol diye bir dergi vardı onun birkaç sayısını okuma fırsatım olmuştu. Ve nihayetinde Salih Mirzabeyoğlu’nun Kökler isimli kitabını okudum ve aradığım bu dedim büyülendim. Zaten o dönemde İBDA bir efsaneydi. O dönemlerde fikri açıdan aradığımızı İBDA’da bulduk…

Göz altına alınma süreciniz nasıl gelişti ?

14 aralıktı Tayyip Erdoğan’ın Kâğıthane’de mitingi vardı.bizde Refah  Partisi'nden ötürü mitingle ilgiliydik vs. Mitingden sonra akşam eve geldiğimdePabimigötürmüşler. Ve benim ifadeye gelmemi söylemişler..sonra vatan caddesindeki emniyet müdürlüğüne gittik(terörle mücadeleymiş orası bilmiyordum) epey de kalabalık gitmiştik ne oluyor diye bize emniyetin kapısında resmen operasyon yaptılar..beni karga tulumba aldılar..sonra bizi sorguya aldılar ve 10 gün işkence faslı…4 güne yakın uyutmadılar gözlerim bağlı ellerim kollarım bağlı uyumak istediğiniz zaman yüzümüze sigara tutarlardı… bünyemde zayıf 15 yaşındayım..anlatmak istemediğimiz insanların bildiği işkence fasıllarından sonra belli evraklar imzalatıldı bize sadece biz de alınmadık bulunduğumuz semtte 60- 70’e yakın kişi alındı ve ibreti alem için onların içlerinden yaşı en küçük olanlar seçildi onlar 5 kişi idi onlardan biri de bendim ve biz tutuklandık..
.
Hukuki süreç nasıl gelişti ?

Hukuk diye bir şey yoktu zaten yargılama diye bir şey hiç yapılmadı yani biz hiç yargılanmadık benim davama bakan hakim eminim ki dosyamdan bir haberdi çünkü bize doğru düzgün soru sorulmadı.polis o kadar rahattı ki o dönem de çünkü herhangi bir delil gerekmiyordu istiklal mahkemelerinde yargılandık biz. Yalandan bir yargılama yapıldı.97 şubat ayına kadar kadar rutin yargılandık sürekli mahkeme erteleniyordu..doğru düzgün bir yargılama yapılmadı bu süreçte .üzerimize atılan suç da çok basit normalde o suçları işlemiş olsak bile cezavine girmemiz çok zor 2-3 ayda çıkardık. Meyhanelere kapatın dediğimiz kapatmadıkları için camlara taş atamaktan dolayı idam cezası aldık. 17 şubat dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu DGM’yi ziyaret etti. O güne kadar bizim hakkımızda idam cezası istenmiyordu, o zamanlar öyle bir ceza şekli bile yoktu. Hâkim savcıdan mütalaa istedi. Savcı da hakkımızda idam istedi. Sen Olaylar bir gün içinde gerçekleşti. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun talimatıyla oldu 




bütün olanlar. Tarihinde ilk kez 10 gün sonraya attı duruşma tarihi. 28  Şubat günü tam MGK toplantısı yapıldığı esnada davamız görülüyordu.  Ara verip kararı verecek hakimler sadece 1 dakika ara verdiler. Aradan sonra tam o zaman o güne kadar serbest olan basına yasak geldi. Kararı okumadan önce basın yasağı geldiği için basın mensuplarını dışarı çıkardılar. Mahkeme o gün bize idam kararı verdi. İddianame daha önceden hazırlanmıştı. Sorgusuz sualsiz bize idam kararı verildi. Sonra cezaevi süremiz devam etti birkaç kere sürgün edildik.

Noel baba operasyonu ?
99 yılında artık zulüm hat safhaya çıkmıştı. Ve bizim direnişimiz de hat safhaya çıkmıştı yani ne kadar zulüm o kadar direniş. Sınırı onlar belirledi açıkçası . Fakat Allah bize hep yardım etti  biz Allah’ın izni ile hiç yenilmedik o süreçte.. yenen biz değildik hep Allah kazandı. mağlubiyet tatmadık ama  biz hiç zafer sarhoşluğuna da kapılmadık. Buna hep şükrettik.defalarca operasyona maruz kaldık işte noel baba operasyonu da bunların en ciddi en şiddetlilerindendi. Arkadaşımızı gözlerimizin önünde şehit ettiler. Orada  çok kan dökmek istediler biz pes etmedik 3 gün boyunca direndik  ağır yaralanalar oldu halen rahatsız olan arkadaşlarımız var.. sonucunda da ne kadar sıkıntı yaşasak da  o hücrelerden başımız dik çıktık. Zaten bu hal onları bitirdi.


Peki idam kararının düşmesi ve Tahliye süreciniz ?

Biz idam aldıktan sonra her zamanki gibi  başımız dik  o idamı gülerek karşıladık.bu da 28 şubatçılara karşı bir darbeydi. Hiçbir şey yapmadığınız halde sadece müslüman olduğunuz için size idam cezası veriyorlar.  Yani bu dilenecek bir şey değildir . fakat başına geldiğinde de saadet  ta gibi başında  taşımayı bilmelidir..Allah size böyle bir lütuf bahşetmiş. O şekilde  cezaevine döndük aynı sevinci onlarla paylaştık .hayatımın en güzel günlerinden biriydi.. ve bizim motivasyonumuz daha da sağlamlaştı.daha sonra uzun yıllar yargılandık bozuldu yine yargılandık bozuldu usulden, esastan, anayasaya aykırılıktan bozuldu ceza… sonucunda davamız 4 kere bozuldu. bizi normal şartlarda yaşımız küçük olması sebebi ile idam cezası bile alsak  8 yıl dahi tutamazlardı biz  8,5 yıl yargılandık. Sonuç olarak AB uyum paketleri ile yeni yasalar çıktı. bize 18 yaşından küçük yakalananların çocuk mahkemelerinde yargılanması kararı çıkınca, ben ve iki arkadaşın davası bozuldu. Hakim “ben bu dosya ile sana ceza veremem, beraat vermem gerekir, DGM’nin idam verdiğine beraat de veremem” dedi ve bizi gönderdi.  Devrin bir nevi İstiklal Mahkemeleri olan DGM’den sonra o mahkemeler bize oyun gibi geldi. Biz artık bize verilebilecek en yüksek cezanın fazlasını yattığımızı söyledik. Artık bizi bırakmalı idi, suç işliyordu. Ve artık yapacak bir şey olmayınca bizi tahliye ettiler.  Ve benim şuan da sabıkam dahi yok.

Peki Salih Mirzabeyoğlu bugün çıksa nasıl karşılarsınız ?

şöyle diyeyim ben biz fikri temsil edebildiğimiz inanmıyoruz. Öyle bir fikirle muhattabız ki o fikrin muhattaplığı bile çok ciddi bir mesele. Yani bir ömür meselesi. Hayat tarzı meselesi yaşama meselesi. Peki fikirle muhattap nasıl olunur? Salih Mirzabeyoğlu bunu hayatı ile gösterdi. Bir fikir ortaya koydu? O fikir nasıl yaşanır? Hayatı ile gösterdi. Biz onun binde birini yaşama ihtimalimiz bilmiyorum zannetmiyorum yani o tabi özel bir insan, deha yüzyılda bir gelebilecek belkide bin yılda bi gelecek bir mütefekkir bambaşka bir insan yani. Yani fikrin sirayet kuvveti o kadar büyük ki şimdi biz diyoruz ki pek bişi anlayamıyoruz, yaşayamıyoruz işte sizde diyorsunuz ki yok hayır siz bir şeyler yaşıyorsunuz bizde o vehmettiğiniz zerre  aslında fikir gözle görülmeyecek kadar küçük bişrey onun fikri dünyadaki devletleri bile değiştirecektir. Yani sadece türkiyedeki debgeleri değil. Zaten bu yüzden Salih MIRZABEYOGLU hücrede içerdei. Aslında Salih MIRZABEYOGLUnu hücreye kapatarak onu tecrit ederek mülslümanlığı ümmeti dışarıya hapsettiler. Ümmeti  yetim bıraktılar. Hapsedilmiş olan aslında bütün bir ümmet hapsedildi. Bu muazzam bir fikir sirayeti çok yüksek bir fikir. Sorun nedir? Sorun bizim idrak sorunumuz. Sorun bizim yetişme tarzımız sorun bizim çapsızlığımız,  sorun bu yani başka bir sorun yok. Ama mevzunda ehil olan insanlar bugün şahit oluyoruz mesela  diyelim bir fizik profesoru veya konusunda uzman gerçekten ömrünü o branşa adamış bir hukukçu onlar çok şey alabiliyor. Bizim onlardan bir şey alabilmemiz için bizim önce öyle bir şey olmamız gerekiyor.. yani IBDA kimseyi fizikçi yapmıyor, hukukçu yapmıyor ama bir iktisatçıya ve ya hukukçuya bütün bir dünya görüşünü değiştirebilecek sarsabilecek temelden farklılaştırabilecek müthiş imkanlar sunuyor. Ama aynaya baktığınızda havvari olmalısınız ki havvari görebilesiniz. Yani bir maymun mesela aynaya baktığında havvari görmüyor, maymun işte. Neyse odur. Yani IBDA bir ayndadır. IBDA muhattabında kendisini bulmasına vesile olur. Kendisini islamlaştırabileceği konusunda ip uçları verir.

Tuncay Aksoy 28 Şubat Röportajı (28 Şubat 2013)

Bize kendinizden bahseder misiniz? 28 Şubat  sürecine nasıl dahil oldunuz?

İstanbul doğumluyum, muhafazakar bir aileden geliyoruz onlardan da etkilenerek İslami bir gelişimi tamamlamış sayılırım. 90’lı yıllar benim için mühim yıllar. Zulüm yılları olduğu gibi İslami uyanışın hat safhaya çıktığı yıllar. ozamanlar da Bosna Hersek hadisesi var. O yıllarda çok büyük bir miting oldu taksimde.  Ben de mitinge iştirak ettim. O  zamanlarda en aktif grup İBDA-C idi. Ben de o vakitler onları tanıdım. O zamanlarda ben ortokul-lisede idim.  Şuurlu bir nesil vardı coşkulu idik.
Ben İBDA ile tanıştıktan sonra Akıncı Yol dergisinin İstanbul Kartal’da temsilciliğini aldım. Kendi çapımızda dergileri dağıtıyorduk. Lise çağları bitti derken , 28 Şubatta yapılan bu müdahaleye halk tepki veriyordu bizde veriyorduk. O dönemlerde yine Beyazıt’ta başörtüsü mitinglerinde 1-2 kere göz altına alındım. Fişlendim tabii..

Gözaltına alınma süreciniz nasıl gelişti ve neler yaşadınız?

1998 senesi sahil yolunda yürürken polisler tarafından  başıma silah dayanarak içeri alındım. Karakola götürdüler oradan da , İstanbul terör ve mücadeleden  3-5 polis gelip  Vatan Caddesine götürdüler..orada  4 gün işkence ile geçti. Sorgusuz sualsiz işkenceye maruz kaldık. Önce karanlık bir odaya atıp dövdüler. Başıma büyük bir poşet geçirip içine su verdiler defalarca, elektrik verdiler, zorla belgeleri imzalattırdılar 20 ‘li yaşalarda böyle bir durumu yaşıyorsun.  Hastaneye gidiyorduk söylersen seni bir daha götürürüz diyorlardı. Ondan sonra Metris cezaevine götürüldüm. İçeride 6 ay kaldım. Sonra yargılama devam ederken askere gittim.  Benim zamanımda askerlik 18 ay sürüyordu. Tam 1 sene doldu. Askerden beni alıp Edirne Cezaevine götürdüler. Metris’te isyanının olduğu zamanlarda ben Edirne Cezaevi’ndeydim. Sonra beni  1hafta önce isyanın olduğu bandırma cezaevine götürdüler. Girer girmez 10-15 gardiyan kalın sopalarla toplandılar çevremi sardılar tahrik ettiler. Sonra yukardan müdür geldi dokunmayın hücreye götürün dediler. Hücreye attılar 3.5 ay boyunca pis kokulu pislik içinde hücrede kaldım kimseyle görüşmeden. Ailemiz görüşe geldiklerinde  onlarda eziyet ediyorlardı. Bir keresinde ablamı  bile almamışlardı. Getirelen şeyleri ya mahvedip veriyorlar ya hiç vermiyorlardı. Sonra 3.5 ay sonunda aynı davadan başakaları geldi bizi bir araya aldılar. Hücredeyken 20 gün boyunca açlık grevi yaptık .2000 ‘li yıllara aç ve hücrede girdik.  Zamanın İstiklal Mahkemelerinde yargılandı..
6.5 sene içeride kaldım 2005’te AB yasaları ile çıktık.

28 Şubat’ta gelinen nokta hakkında ne düşünüyorsunuz?

  28 şubat Müslümanların imanına, musallat olmuş çetelerin uyguladığı bir sistemdir.  Başarılı oldular mı evet başardılar. Ben cezaevinden çıktıktan sonra dışarıdaki insanların tutumuna üzüldüm. Daha çok ayakta kalmamız gerektiğini anladım. 28 şubat süreci halen devam ediyor.


Yakup Köse 28 Şubat Röportajı (28 Şubat 2013)

Yakup Köse kimdir ve 28 şubat sürecine nasıl dahil olmuştur ?

Ben erzincan 1981 doğumluyum. 6 yasına kadar erzincanda ikamet edip 6 yasından sonra antalya göctük. Normal bir anadolu insanıyız…antalyada babam müteahitlik yapıyordu.bende ilkokuldan sonra, antalya imam hatip lisesinde okumaya başlamıstım.. 14 yaşındaydım.. o zamanlarda refah partisinin  çok hızlı olduğu dönemlerdi .insanlarda islami mevzuularda hasassiyat ve heyecan vardı şimdiki gibi değildi…. ozamanların çocuklarıyız… o günlerde çeçenistan  ve bosna hersek hasassiyati vardı türkiyede de avrasya  feribotu kaçırılmıştı. Feribotu ibda c fikriyatını benimseyenler ve ibda  selamı yapanlar tarafından kaçırmıştıbizde imam hatipli idik. antalya murat paşa camisi bahçesinde  bir  gösteri düzenlendi bende televizyonda gördüğüm selamı yakışıklı durduğu için yaptım ama ibda ve ibda c nin olduğunu  bilmiyordum meğerse terör örgütü selamı imiş (şuan yargıtay tarafından ibda selamı kabul edildi her yerde yapılabilir)ibda selamı vesilesi ile ben teşhir ediliyorum,  kameraya çekiliyorum.. bir müddet sonra evimize büyük bir baskın düzenlendi. onlarca sivil –akrep araba çatılara kurulmuş özel tim polisleri…alınan kişi 14 yaşında 130 cm boylarında  40 kilo bir çocuk.. gözlerime maske, kafama çuval geçirilmek sureti ile gözaltına alındım..

Ne gibi faaliyetlerde bulundunuz ?

Faaliyetim  öncelilkle müslüman olmak ! 28 şubat öncesi en büyük faaliyet müslüman olmaktı 2.side imam hatipli olmak başka bir faaliyetim yoktu. İBDA C örgütü üyesi olmam iddası ile tutuklandım. iddanamede ibda c adına 7 yere İsrail şirketleri dahil  bomba atmak ile suçlandım. sonucunda da ana yasal düzeni  cebren yıkmaya teşebbüsten dolayı idam cezası aldım.3 ayda iddanamem hazırlandı, 4.ay mahkemem oldu,gittim kimlik bilgilerim alındı, 5.ay çıktığımda mütealam okundu, yani benim  idam cezası almam hususunda savcı görüş beyan etti. 3. Mahkememde de idam cezasını aldım kalemim kırıldı çıktım. Toplam 3 mahkemenin süresi  yaklaşık 13-14 dakika sürdü ve herşey bitti yani…
Ailenizle görüşebiliyor muydunuz ve durumunuz ailenizi nasıl etkiledi ?
Ailemle ilk kez Antalya’da görüştük 5-6 dakikalık bir ziyaretti.. zaten ne olduğunu anlamadık. Sonucunda da gerçekten ailemle  4 ay sonra karşı karşıya geldik ki onların bana söylediği,”silahlı terör örgütü üyesi olduğum bir çok yerde İBDA C’nin silahlı kanadını oluşturduğum “gibi acayip haberler çıkmış. Ailem tabii ki etkilendi.. babam müteahitti bir çok işten el çektirildi..
Noel baba operasyonun da neler yaşadınız  ?
Noel baba operasyonu derken, aslında sistem ,zihniyet her zaman, kurulduğundan beri Müslümanların üzerine kendi pisliğini kusmuştur. Bu Atıf Hocada’da böyledir,bu 28 Şubat operasyonunda da böyledir,bu Noel baba operasyonunda  da böyledir..şuan için söylüyorum bu Salih Mirzabeyoğlu meselesinde de böyledir, değişen hiçbir şey yok.. mesele rejim meselesi iktidar meselesi değil… bu Ülkede samimi Müslümanlar olduğu müddetçe, samimi Müslümanlar bir şey yapmaya karar verdiği zaman diliminde mutlaka büyük baskılar olacaktır, gerçek bir kurtuluş olmadan da sona ermeyecetir..Noel  baba perasyonu dediğimiz hadise, o kadar vahşice bir şey ki bu kime yapılırsa yapılsın.. noel babanın solcu tutsaklara yapılan adı hayata dönüş operasyonu. Sonucunda bu operasyanu adının,” tufan operasyonu” olduğu ortaya çıktı ...çatılardan geliyorlar silahsız, herhangi bir savunması olmayan, tek savunmaları zikir olan insanalara, silahlarla ateş açıyorlar. Ve o insanlar teslim olmuyor .Biz Bandırma olarak 3 gün teslim olmadık.
Ben kolumdan vuruldum, Hailil  Kantacı yaralandı, üniversite öğrencisi  Hasan Meriç tahliyesine 3 ay kala, G3 mermisi ile vuruldu, gözümüzün önünde  şehit oldu. 9 arkadaşımız ağır yaralandı, ağar yaralananlardan bir çoğu ayağından birkaç mermi yemişti ki, 2. Kattan molotofu yakıp yerde yatan arkadaşın üzerine atıyorlardı, hepimiz yaralı halde iken birbirimizi söndürmeye çalıştık.noel baba operasyonından sonra topluca yaralı arkadaşlar hastaneye götürüldü  ben de dahil, sonra hafif yaralılar tekrar eskişehir özel tip cezaevine olmak üzere,hemen hemen  hepimiz 1-1,5 ay içerisinde eskişehir özel tip cezaevinde tekrar toplandık. Bandırma cezaevindeki koşullarımızdan farkı oraların hücre hücre olması idi. artık arkadaşlarla beraber değildik,tabutluk dedikleri hücrelere konulduk..,  yine direniş başladı.. zaman zaman açlık grevi ..misal olarak seccade vermiyorlar, tesbih vermiyorlar  aza indirgeyerek söylüyorum ...bizde tepkimizi göstermek sesimizi  duyurmak amacı ile açlık grevlerine başladık.. o zor şartlara rağmen,  yine düzelmeyi başardık.. bu düzelme müslüman iradesi iledir..




Peki Salih Mirzabeyoğlu’nun tahliyesi?

Salih Mirzabeyoğlunu 2-3 ay önce ziyarete gitmiştim. Kendisi ile Allah nasip etti görüştük. İlk kez  görüştük, bir kere Halil Kantarcı ile birlikte Bolu da yürürken el sıkıştık nasılsınız dei. O kadardı yani diyaloğumuz. İkinci gidişimde açık ve net  söyleyim Salih Mirzabeyoğlunu şöyle bekliyordum. Daha ihtiyarlamış amca gibi bir şey bekliyordum ben. Baktığınız zamanyaşını sorsanız gençtir misal. Babam ile aynı yaşta ama baya bir ihtiyarlamış durumda. İçeriye girdim kendisi geldi bir kere hepimizden dinç yürüyor hatta  ben onu boksor muhammed aliye benzetmiştim. Aslıda boksor zaten yürüyüşü, endamı süperdi. Tuttu beni havaya kaldırdı sarıldı oturduk yani bir kere ben hayatta ama emin olun normal bir insan yoktu karşımda, 13-14 sene onun ismi ile yaşamışsınız. Soruyorum kendime acaba benden başka insan var mıdır? Sabah kalkınca aradan 10 dk geçer mutlaka kumandan aklıma gelir. Gün içerisinde 50-60 kere kumandan aklıma gelir bak mesela gün içerisinde 100 kere kumandan demişsem belki kere Neslihan yani kızımın ismini söylememişimdir.yani kumandan sevmei çok seviyorum belkide o yüzden yaşayabiliyoruz. Hafif böyle insanca yaşamak temahülümüz varsa oda kumandanı sevdiğimizden dolayıdır yani hakikatten bende görüyorum yani diyorum ki eğer onu sevmezsem böyle normal bir et parçası olacacağım. Sırf fikirlerini benimseyipte uygulama gibisinden bahsetmiyorum. Sırf onu sevmek değil yani. Yani diyorum ki onu sevmek belki bana bir çok şey kazanadıracak böyle bir insanla o kadar sevdiğim bir insanla karşı karşıya gelmek şu dünyada ne kadar değer varsa hepsini önüme koysalar red ederdim yani. Ayaklarım alttan titriyor.dedi ki Evladım çok heyecanlanıyorsun ne var bundan işte sakin ol filan…

Size nelerden bahsetti?

İşte aile hukukundan bahsetti, çok güzel sohbet ettik. Yani bir baba gibiydi yani şimdi insanlar Salih Mirzabeyoğlundan bahsederken Telegram şu bu sanki Salih Mirzabeyoğlu böyle hiç bir şey konuşmuyormuş gibi geliyor. Salih Mirzabeyoğlu aile hukukundan çocuklara nasıl davranılması gereğinden siyasi meselelerden bir çok şeyden bahsetti ve oradan çıkarken sohbetimizi  muhtevasının bir kısmını yazdım bir kısmı bana kalsın oradna çıkarken benim bolu f tipi cezaevinden ikinci çıkışımdı. Birincisi tahliye olduğum 10 sene sonra çıktığım. İkincisinde Salih Mirzabeyoğlunu görüp 1 saat 20 dk sohbet ettikten sonra çıkışımdı.  ilk aklıma gelen şuydu; esir olan vallhi Salih Mirzabeyoğlu değildi, esir olan bizdik. Şimdi oradan çıkaraken hakikaten içeride bir mahkumu bırakmıyorsunuz. Diyor ki döndü aslında benim sizi uğurlamam lazım ama maalesef şartlar vböyle olunca bu şekilde ayrılıyoruz dedi. Cezaeviymiş açılan kapılarmış, demir parmaklıklarmış çıkarken  dedim ki esir olan kesinlikle Salih Mirzabeyoğlu  değil bizleriz dedim yani bizim Salih Mirzabeyoğlu hakkında ki özgürlük mücadelemiz aslında  bilmeden kendi özgürlük mücadelemiz.  Umrumda da değil yani dışarı çıkıcakta ne yapacak. Ya bi düşünsenize Salih Mirzabeyoğlu dışarı çıkacak kitap yazıyor zaten ulaşıyorda napabilir Salih Mirzabeyoğlu zaten yapacağını yapıyor. Umurunda değil ya hakiki manada ben diyor işte artık onu onure etmek için mi bilmiyorum ama şöyle dedi bana 28 şubat diye bir şey atlatıım dedi yani bir zincir kırdım dedi yani mücadeleyi başlatmaklla ama emin ol başka bir liderin yanına gitsen “ya işte aferin devam edin” değil oralardan değil başka şeylerde bizim gündemimizden çok farklı mesela bugün haber çıkmış dimi onunla alakalı haberleri götürdüm, şöyle yaptı bunları alın dedi bakmadı, umrunda değil bir başkası olsa (kendim ile alakalı bir şey söyleyim. Biri benim hakkımda bir şey yazsa ben bakarım veya abdullah ocalanın doktorunu tanıuyorum ne yazmışlar. Benim hakkımda yazılar var mı? Hergün soruyor.) Salih Mirzabeyoğlunun umrunda değil hatta bidiyorki ailesine ölsemde  beni anlayan ruhlar ile sohbet edebilsem. Kumandan başka bir alemde, onu anlayabilmek nerde aramızda uçurumlar var. Anlayamıyoruz diyoruz, şurda duruyor  bilmiyoruz. Anlayamamak aslında bizim anlayışsızlığımızdan yani. Hatta geçenlerde demişki; benim bu yazdıklarımı okuyorsunuz dimi bunlar benim normal olduğumun delilidir. Yani aslında kumandan bütün alemi deli yaptı. Şimdi  biz diyoruz ya anlayamıyoruz filan o da normal olduğumun delilidir yani diyor.

Hayati İnanç Röportajı

Hayati Hocam hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz. Müsaadenizle sorularımıza geçmek isteriz. -Buyurun Okul Aile Birlikleri olarak vazifemiz; nite...